Semâ' Töreni
Semâ’, sözcük olarak “işitmek” anlamındadır. Mevlevîler arasında, “mûsikî nağmelerini dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmek” anlamına gelir. Sembolik olarak kâinâtın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunun idrâkine vararak, “İnsan-ı Kâmil” yani “Olgunlaşmış İnsan” olmaya yönelişini anlatır. Semâ ayakta, sessizce ve dönerek yapılan bir zikirdir. Semâzenler her dönüşte içlerinden sessizce “Allah” diyerek zikrederler.
Mevlevîhânelerde Semâ Töreni şöyle gerçekleşirdi:
Semâhânede önce, “neyzenbaşı” ve “kudûmzenbaşı” ile diğer müzik topluluğu üyeleri (mutrıb heyeti); daha sonra “semâzenbaşı” ve semâzenler (semâ heyeti); son olarak da “şeyh efendi veya postnişîn” olarak anılan mânevî yol gösterici, kırmızı postu (şeyh postunu) selâmlayarak yerlerini alırlar. Hz. Mevlânâ’nın makâmını temsîl eden bu post, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ sırt çevrilmez.
Semâya katılacaklar ve semâyı izleyeceklerden oluşan topluluk beraberce vakit namazını kılar, tesbîh çekip duâ ederler. Sonra Şeyh Efendi veya onun görevlendirdiği bir kişi, Mesnevî’den beyitler okuyarak, şerh eder.
Bundan sonra, kâinâtın yaratılmasına vesîle olan Hz. Peygamber’e övgü (na’t) yer alır. Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Muhammed için yazdığı ve 17. yüzyılın büyük bestecisi Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi’nin Râst makâmından bestelediği bu na’ti, “na’thân”, peygambere saygı gereği ayakta ve sazsız olarak okur. Nâ’t’in sözleri şöyledir:
Yâ Habîballah, Resûl-î Hâlik-i yektâ tuyi
Ber güzîn-î Zülcelâl-î pâk ü bîhemtâ tuyi
Ey Tanrı'nın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı'nın elçisi sensin
Allah'ın kulları arasından seçtiği pâk ve benzeri olmayan sensin
Nâzenîn-î Hazret-î Hakk sadr-ı bedr-î kâinât
Nûr-ı çeşm-î Enbiyâ çeşm-î çerâğ-î mâ tuyi
Ulu Tanrı'nın nazlısı, kâinâtın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi,
Peygamberlerin gözünün nûru, bizim gözlerimizin ışığı sensin
Der şeb-i Mi'rac bûde Cebreil ender rikâb
Pâ nihâde ber ser-i nüh künbed-i hadrâ tuyi
Mi'raç gecesi “Cebrâil” rikâbında olduğu hâlde,
Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin
Yâ Resûlallah tü dâni ümmetânet âcizend
Rehnümây-i âcizâni bi ser-ü bi pâ tuyi
Ey Tanrı'nın elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin âcizdirler
Başsız, ayaksız âcizlerin yol göstericisi sensin
Serv-i bostân-ı risâlet nevbehâr-ı mâ'rifet
Gülbün-i bâğ-ı şerîat sünbül-i bâlâ tuyi
Peygamberlik bostanının selvisi, mârifet dünyasının ilkbaharı
Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin
Şems-i Tebrîzî ki dâred na't-i peygamber ziber
Mustafâ vü Müctebâ an Seyyid-i âlâ tuyi.
Şems-i Tebrîzî Peygamberin medhini ezberlemiştir
Mustafâ ve Müctebâ, o yüksek Ulu sensin.
Na’tden hemen sonra bir kudûm darbı duyulur. Bu kudûm darbı, Yüce Yaratıcı’nın kâinâta “Kün!” (Ol!) emrini sembolize eder. “Allah, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır, bir şeyi dilediğinde ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir (Ayet; II, 117).”
Kudûm darbı ile neyzenbaşı icrâ edilecek âyînin makâmından bir “ney taksîmi” ne başlar. Ney taksîmi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata cân vermek için üflediği “Nefhâ-yı İlâhiyye” yi (İlahî Nefes)’i temsîl eder. Taksîmin son bulmasıyla birlikte müzik topluluğu âyînin peşrevini icrâya başlar; şeyh efendi ve semâzenler de aynı anda ellerini hızla yere vurup, yerle görüşerek (yeri öperek) ayağa kalkarlar. “Diriliş” i temsîl eden bu vuruşa “Darb-ı Celâlî” denir.
Daha sonra başta şeyh efendi, sonra semâzenbaşı ve kıdem sırasına göre diğer semâzenler, semâ meydanında sağdan sola doğru üç turdan oluşan dâirevî bir yürüyüşe başlarlar. Mevlevîlik tarikatinin kurucusu Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultân Veled adına yapılan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir.
Devr-i Veledî esnâsında şeyh postu önünde semâ törenine adını veren bir olay gerçekleşir. Mukâbele yâni “karşılaşma”...
Kırmızı postun ucundan başlayan hayâlî bir çizgi, semâ meydanının sonuna kadar uzanır ve meydanı görünen ve görünmeyen âlemi temsîl eden iki yarım daireye böler. Bu görünmez çizgiye “Hatt-ı İstivâ” denir. “Yüce Yaratıcı’ya ulaştıran en kısa yol” u temsîl eden bu çizgi de mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz.
Kırmızı postun önüne gelen semâzen posta sırt çevirmeden ve Hatt-ı İstivâ’ya basmadan dönerek karşıya geçer ve arkasından gelen semâzenle yüz yüze gelir. Bir an göz göze gelen iki semâzen aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Bu, bedenlerin gizlediği cânın, câna selâmıdır. Semâ meydanının diğer tarafında Hatt-ı İstivâ hizâsına gelen semâzen de Hatt-ı İstivâ’ya baş keserek, üzerine basmadan karşıya geçer.
Kudûmzenbaşının üç turun tamamlanıp Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksîm yapar. Bu kısa taksîm, her hangi bir yerinde kesilen peşrevden sonra, okunacak âyîne başlayabilmek için duyulan bir müzikal ihtiyaç nedeniyle yapılır. Bu arada yerlerini alan semâzenler de hırkalarını çıkararak, semâzenbaşı önde olmak üzere sırayla şeyh efendinin elini öper, semâya girmek için izin isterler. Şeyh Efendi de onların sikkelerini öperek izin verir. İzni alan semâzen semâ meydânında kol açarak dönmeye başlar.
Semâzenin en üste giydiği siyah renkli hırka nefsinin mezarını, keçeden yapılmış “sikke” denilen başlık, nefsinin mezar taşını, “tennûre” denilen beyaz elbise ise nefsinin kefenini sembolize eder. Semâzenin hırkasını çıkardıktan sonra kollarını omuzlarına çapraz bağlayarak duruşu ise “1” rakamını yani Allah’ın birliğini temsîl eder.
Dört selâmdan oluşan âyîn, insanın yüce Allah’a kavuşma yolundaki yolculuğunu ve bu yolculukta geçirdiği evreleri temsîl eder:
1. Selâm, insanın bilgiyle hakîkate yönelerek, Yüce Yaratıcısını ve kendi kulluğunu idrâk etmesidir.
2. Selâm, insanın yaratılıştaki düzeni ve azâmeti fark ederek, Allah’ın kudreti karşısında hayranlık duymasını ifâde eder.
3. Selâm, bu hayranlığın aşka dönüşmesidir. Aşk ile kendinden geçiştir, tam bir teslîmiyetle sevgilide yok oluştur. Bir nevî Mi’râc’dır.
4. Selâm ise insanın mânevî yolculuğunu tamamlayıp kulluğa dönüşüdür.
Semâ ederken sağ avucunu göğe, sol avucunu yere doğru açan semâzenin bu duruşu “Hakk’dan alır, halka sunarız, biz sadece görünüşte var olan bir sûretten başka bir şey değiliz” anlamına gelir.
Son selâmda semâya şeyh efendi ve semâzenbaşı da katılırlar. Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınır. Son Taksîm yapılırken şeyh efendi “Post Semâı”nı tamamlayıp postuna döner.
Son Taksîmin bitmesiyle mutrıptan bir cân, “Aşr-ı Şerîf” yani Kurân-ı Kerîm’den bir bölüm okunur. Semâ sona ermiş, semâzenler de hırkalarını sırtlarına alarak yerlerine oturmuşlardır.
Burada okunan Aşr-ı Şerîf’de, (semâ ile ilgilendirildiğinden) genellikle Bakara Sûresinin,
"II, 115. Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah’(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O her şeyi bilendir."
"II, 116. “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir."
"II, 117. (O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. bir şeyi dilediğinde ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir."
âyetlerine yer verilir.
Şeyh Efendi’nin “El Fâtiha!” nidâsıyla, Fâtihâ okunur. Sonra semâzenbaşı veya başka bir “Duâgû”, şu duayı okur:
“Bârekâllâh ve berekât-ı kelâmullâhrâ. Semârâ, safârâ, vefârâ, vecd-ü hâlât-ı merdân-ı Hudârâ. Evvel azamet-i büzürgî-i Hudâ ve risâlât-ı rûh-ı pâk-i Hazret-i Habîbullahrâ. Ve çhâr yâr-ı güzîn-i bâ safâ, Hazret-i İmâm-ı Hasen-i Alî, Hazret-i İmâm-ı Hüseyn-i Velî, eimme-i mâsûmîn, ezvâc-ı mutahhara, evlâd-ı resûl ve şühedâ-yi deşt-i Kerbelârâ. Mecmu’-ı evliyâ-yı âgâh ve ârifân-ı billâh ve alel-husûs Hazret-i Sultânel ulemâ, Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmîzî, kutbül-âşıkıyn, gavsül-vâsılîn Hazret-i Hüdâvendgârrâ. Ve Hazret-i Şeyh Şemsüddîn-i Tebrîzî ve Çelebi Hüsâmeddîn ve Şeyh Selahuddîn Zer-kûb-ı Konevî ve Şeyh Kerimüddîn, ve Sultân-ibn-i Sultân Hazret-i Sultân Veled Efendi ve Vâlide-i Sultânrâ. Ve Hazret-i Ulu Ârif Çelebi, ……[1] ve sâir çelebiyân-ı kirâm, zevil-ihtirâm, meşâyih, hulefâ, dedegân, dervişân, muhibbânrâ. Selâmet-i Hazret-i Çelebi Efendi ve Dede Efendirâ. Devâm-ı ömr-ü devlet-i …………, selâmet-i ………….[2] râ. Safây-ı vakt-i dervîşân, hâzırân, gaaibân, dûstân, muhibbânrâ. Ez şark-ı âlem tâ be garb-ı âlem ervâh-ı güzeştegân-ı kâffe-i ehl-i imânrâ, fâtihat-ül-kitâb berhânîm azîzân.
Azamet-i Hudârâ tekbîr: Allâhu ekber Allâhu ekber Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber Allâhu ekber ve lillâhil hamd. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Habîballah Assalâtu vesselâmu aleyke yâ nûre arşillâh. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ seyyidel evvelîne vel âhırîn ve şefî’ al müznibîn ve selamün alel murselîn velhamdülillâhi rabbil-âlemîn...”
[1] Buraya Mevlevîlik silsilesindeki diğer çelebilerin isimleri eklenir.
[2] Buraya ise zamanın devletinin adı ve yöneticileri yerleştirilir.
Şeyh Efendi bir kez daha “El Fâtiha!” der ve şu gülbanklardan birini okur:
“İnâyet-i Yezdân, himmet-i merdân, ber mâ hâzır nâzır bâd. Kulûb-ı âşıkan küşâd, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı cenâb-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i imâm-ı Âli hû diyelim…”
“Ervâh-ı tayyîbeleri şâd ü handân ve berekât-ı rûhâniyet-i aliyyeleri ihsân oluna, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı cenâb-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i imâm-ı Âli hû diyelim…”
“Vakt-i şerîf hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, kulûb-ı âşıkan küşâd ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı cenâb-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i imâm-ı Âli hû diyelim…”
Allah’ın adı olan “Hû” nidâsının semâya katılanlar tarafından son hecesi nefes miktarınca uzatılarak topluca söylenmesiyle son selâmlaşmalar başlar. Şeyh Efendi, semâ meydanında yürüyerek semâzenlere hitâben,
“Esselâmun a’leyküm” der. Bu selâmı semâzenbaşı, diğer semâzenlerle birlikte baş kesmek ve son heceyi yine nefes miktârınca uzatmak sûretiyle “vealeykümüsselâm ve rahmetullâh-ı ve berekâtühû” diyerek alır.
Şeyh Efendi, birkaç adım daha atar ve bu kez mutrıba hitâben aynı şekilde selâm verir. Bu selâmı ise mutrıb adına yine aynı şekilde neyzenbaşı alır.
Şeyh Efendi semâhâneden çıkarken son olarak tüm âyîne katılanlarla baş keserek selâmlaşır ve önce başlarında semâzenbaşı olmak sûretiyle semâzenler, daha sonra önde neyzenbaşı olmak üzere mutrıb heyeti tıpkı geldikleri gibi kırmızı postu selâmlayarak semâhâneyi terk ederler.
Bu temsillerle semâ, insanın âlemde Yaratıcısına yönelerek akıl ve aşk ile yücelmesini, nefsinin esâretinden kurtularak olgunlaşmasını yani “İnsan-ı Kâmil” hâline gelmesini ve bu hâliyle, başladığı noktaya geri dönmesini ifâde eder. İnsan-ı Kâmil, başladığı noktaya geri dönecektir. Ancak bu evrelerden geçen insan, rûhen olgunlaşmış, sadece diğer insanlara değil, hayvan, bitki, hattâ cansız varlıklara, kısacası tüm yaratılmışlara sevgiyle bakan ve kendini onların hizmetine sunan bir kuldur. Yani “Bilen bir kul” dur. Yüce Allah’ın Kur’ân’da buyurduğu gibi:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Âyet; XXXIX, 9”
Sazlar
Tasavvuf müziği denince ilk olarak ney, kudûm ve bendîr akla gelir. Gerçek olan şudur ki, ney ve kudûm başta olmak kaydıyla rebâb, bendir ve halîle Mevlevî Müziği'nin değişmez sazları olmuştur.
Mevlevîler geniş görüşlü ve açık fikirli insanlar olarak müziklerinde meşrû ölçülerde hemen her saza yer vermeyi denemişler ve bunlardan uygun olanları kullanmışlardır. Tercih edilen sazlar arasında keman, viyola, viyolonsel gibi Batı Müziği sazları da vardır. Hatta İstanbul'a gelen ilk piyanonun Galata Mevlevîhânesi'nde denendiği, ancak Türk Müziği sesleri bulunmadığından bir daha yer verilmediği kaynaklarda belirtilmektedir. Biz burada sadece Mevlevî müziğinin ana sazlarından bahsetmekle yetiniyoruz:
Ney
MÖ 5000 yıllarından beri kullanıldığı bilinen ney, Türk Tasavvuf Müziği'nin en önemli sazıdır. Adını Sümerce'de "kamış" anlamına gelen "nâ" kelimesinden alan ney, esrârengiz, cezbedici ve âhenkli sesiyle her dönemde insanları derinden etkilemiş, daha çok dînî duyguları çağrıştırmıştır.
Türklerin X. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmasıyla birlikte, zaten toplumda var olan mistik düşünce, İslâmî esaslar çerçevesinde yeniden şekillenerek, Türk Tasavvuf anlayışına dönüşmüştür. Bu anlayış, toplum hayatına Hoca Ahmed Yesevî'den başlayarak, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre ve Hacı Bektâş-ı Velî ile yerleşmiştir. Ney'in XIII. yüzyıldan itibaren Türk toplumunda tasavvufun sembolü hâline gelmesinde de en büyük pay, hiç şüphesiz Hz. Mevlânâ'nındır.
Hz. Mevlânâ'nın düşüncesinde ney, "insan-ı kâmil" in, yani belirli aşamalardan geçerek olgunlaşmış insanın sembolüdür. Benzi sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delik-deşik edilmiş, geldiği yerin özlemiyle yanıp tutuşan, sînesinden çıkan feryâd ve iniltileri ile tüm insanlığa sırlar fısıldayan bu dost, yaratılışın temeli olan aşktan bahseder. Ney, bu nedenle Mevlevîlerce kutsal sayılarak "nây-ı şerîf" diye anılmıştır.
Ney, dokuz boğumlu, boğumları belirlenmiş ölçülere uyacak şekilde düzgün ve orantılı olan, sarı renkli, sert ve sık lifli özel bir tür kamıştan yapılır. Sıcak iklim bölgelerinde, sulak yerlerde yetişen bu kamışın birbirinden az ya da çok farklı cinsleri bulunur. En çok tercih edilenleri Nil, Âsi ve Ceyhan nehirlerinin kenarlarında yetişen kamışlardır. Bir kamışlıktaki binlerce kamıştan ancak birkaç tânesi ney yapmaya uygundur. Doğal yapısı korunarak ney hâline getirilen kamışın üzerine boya, cilâ gibi hiçbir madde sürülmez.
Ney, iyi korunur ve bakımı doğru yapılırsa, iki yüz ila üç yüz yıl kadar bir süre, zaman geçtikçe artan bir verimlilikle kullanılabilir. Zamanla rengi koyulaşarak kahverengi-siyah arası bir renk alan neyler, daha değerlidirler.
Neyin, altısı ön, biri arka yüzde olmak üzere yedi deliği bulunur. Kamışın alt ve üst uçlarına çatlamayı önlemek amacıyla, "parazvâne" denilen birer metal bilezik takılır. Ayrıca üflenen üst ucuna, seslerin daha net çıkması ve dudakların yaralanmaması için, genellikle manda boynuzu, fildişi veya şimşir, abanoz gibi sert ağaçlardan ya da benzer malzemelerden imâl edilmiş "başpâre" adı verilen bir parça yerleştirilir. Üç oktav kadar ses sahası olan ney, üfleme şiddeti ve açısı değiştirilerek ya da delikleri farklı oranlarda kapatılarak, tabiattaki tüm sesleri hassâsiyetle verebildiğinden, her tür müziğin icrâ edilebilmesine imkân tanır.
Rebâb
Türklerin, Selçuklu ve Osmanlı Döneminde, yaklaşık bin yıl boyunca tek yaylı saz olarak kullandıkları rebâb, Mevlevî Mûsikîsi'nin de en önemli sazlarından biridir. Bazı kaynaklar rebâbın Anadolu'ya gelişini Hz. Mevlânâ'ya bağlarlar. Bu kaynaklarda Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik tarîkatının kurucusu olan oğlu Sultân Veled'in rebâb çaldıkları bildirilmektedir.
Önceki dönemlerde Orta Asya'da yaygın olarak kullanılan "ıklığ", rebâbın ilk hâlidir. Rebâb, Araplar tarafından İspanya'ya taşınmış ve buradan tüm Avrupa'ya yayılarak Ortaçağın gözde sazlarından biri olmuştur.
Gövdesi, Hindistan cevizinden yapılan bir teknenin ön yüzüne ince bir deri veya büyükbaş hayvanların yürek zarının gerilmesi ile elde edilir. Gövdeye içten yerleşen, ağaçtan yapılmış yuvarlak sapın üzerine ağaç burgular takılır. Ağaç veya metalden yapılmış bir ayağı vardır. Telleri, göğse gerilmiş derinin üstüne basan eşiğe yerleşir. Rebâbın sesi, yaydaki kıl demetinin, tel olarak kullanılan kıl demetine sürtünmesi ile oluşur. İniltiyi andıran son derece içli ve hazîn bir sesi vardır.
Kudûm
Bakır gövdeli vurmalı sazların en eskilerinden olan kudûm, Mevlevî müziğinin, ney gibi vazgeçilmez bir sazıdır.
Kudûmün darbları melodinin seyrindeki adımlara benzetildiğinden, bu saza "ayak basma" anlamında “kudûm” denmiştir. Gerçekten de kudûm darbları, akıp giden melodi parçacıklarının birinden diğerine varış noktalarını ve ayak basışlarını vurgulayan adımlar gibidir.
Dövme bakırdan yapılan, yaklaşık 28-30 cm. çapında ve 16-18 cm. derinliğinde iki kâse üzerine, meşin ya da iplerle 1-2 mm. ye kadar inceltilmiş deve derisi gerilerek imâl edilir. Kudûmün akordu, gergi için kullanılan ip ya da meşinlerin gerilip gevşetilmesiyle yapılır.
Kuvvetli zamanların vurulduğu sağdaki kâseye "düm", zayıf zamanların vurulduğu soldaki kâseye ise "tek" denir. Usûller, kudûmle "velvele" denilen zamanların daha küçük parçalara ayrıldığı kalıplarla vurulur.
Bakır kâselere, tınlamasını önlemek amacıyla alt ve yanlarını kaplayacak şekilde, içi kıtık veya keçe gibi malzemelerle döşenmiş birer kılıf geçirilir. Toprak veya ağaç kâselerden yapılmış kudûmler de vardır.
Kudûm çalınırken kâseler, içi yine kıtık veya keçe ile doldurulmuş, şekil benzerliğinden dolayı adına "simit" denen, deri kaplı ortası boş birer yuvarlak minder üzerine, istenen açıyla oturtulur.
Kudûm, adına "zahme" denilen, yaklaşık 24-28 cm. uzunluğunda, sert ve ağır ağaçlardan yapılan, uçları yuvarlatılmış iki çubukla vurularak çalınır. Kudûm çalanlara "kudûmzen" denir.
Kudûmün küçüğüne "nakkâre", büyüğüne "kös" denir ki, bu iki saz çoğunlukla Mehter Mûsikîsinde kullanılmıştır.
Mevlevîler, tıpkı ney gibi kudûmü de, kudsiyet atfederek "kudûm-i şerîf" diye anarlardı.
Mevlânâ'ya atfedilen bir şiirde ney ve kudûmden şöyle bahsedilir:
Kamış kuru, zahme kuru, kuru bakıra gerilen deri de kuru,
O hâlde, bu dost sadâsı nereden geliyor…
Bendir ve Dâire
Ağaçtan yapılmış bir kasnağın bir yüzüne deri gerilmek sûretiyle yapılan vurmalı sazlar, Orta ve Ön Asya uygarlıkları ile Anadolu'da yüzyıllardır kullanılmaktadır.
Bunlardan "mazhar" veya "bender" adlarıyla da tanınan bendir, Türklerin İslâmlaşıp Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra Tekke Mûsikîsi'nin en çok kullanılan sazı olmuş, Anadolu'dan Balkanlara, oradan da Avrupa'ya geçmiştir.
30-60 cm. çapında, genellikle ceviz ağacından yapılmış 6-8 cm. enindeki kasnağın bir yüzüne 1 mm.den daha az incelikteki deve, sığır, keçi, koyun vb. hayvanların derileri gerilerek imâl edilen bendir, yalnız dinî mûsikîde kullanılmıştır.
Ayrı bir tını elde etmek veya saza ayrı bir âhenk katmak amacıyla bazı bendirlerin kasnaklarının iç tarafına üstten aşağıya doğru sarkan ve adına "zincir" de denen halkalar, bazılarının ise yine kasnağının iç tarafına çap boyunca uzanan bağırsaktan yapılmış birer kiriş (tel) takılır. Böyle bendirlere "zikir bendiri" denir.
Diğer Tekke Mûsikîsi sazları gibi kutsiyet atfedilerek "bendir-i şerîf" veya "mazhar-ı şerîf" gibi adlarla da anılan bu saz, kasnağı bir el ile alttan kavranarak el üstünde ve bel hizâsının üzerinde tutularak çalınır, asla dize dayanmaz veya bacaklar arasına alınmaz. Bendir, boşta kalan elin iç ve dışı veya parmakların uç ve dış yüzeyleri ile deriye çeşitli açı ve şiddetlerde temas edilerek çalınır. Bu temas yerine göre vurma veya sürtme şeklinde olabilir. Boşta kalan ele, kasnağı taşıyan elin parmakları da eşlik eder.
30-40 cm. çapında ve yaklaşık olarak aynı endeki, yine bir tarafına deri gerilmiş kasnak üzerine, genellikle beş çift kanal açılarak, açılan kanallara çeşitli metallerden yapılmış 8-10 cm. çapındaki pulların ikişerli olarak monte edildiği benzer saza ise "dâire" denir. Dâire, çoğunlukla dinî mûsikî dışında kullanılmış, ender olarak "def" adıyla bazı tekkelerde de yer almıştır. Aslında def, dâireye benzer ancak 25-30 cm. çapındaki daha dar bir kasnağa, çoğunlukla dörder çift pul takılarak yapılan zengin ve tiz tınılı, dinî mûsikîde kullanılmayan bir eğlence müziği sazıdır.
Bendir çalanlara "bendirzen", dâire çalanlara "dâirezen", def çalanlara ise "defzen" denir.
Halîle
Birbirine çarpma, kapatma veya sürtme gibi değişik temaslarla çalınan bu vurmalı saz, bir çift tencere kapağını andırır. Tam ortalarına açılmış deliklere deriden yapılmış birer tutamak takılır. Ritim tutarken tiz ve orta frekanslarda uzun ve kesik sesler çıkarmak mümkündür.
Çeşitli metallerden veya alaşımlardan yapılan bu saz, Orta Asya kökenli bir Türk sazıdır. Buradan Çin'e geçmiştir.
Mehter Mûsikîsinde önceleri "çang" veya "sanc", daha sonra "zil" adıyla kullanılmış, zil çalanlara "zilzen" denmiştir.
Kaynaklarda XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupa'ya yayıldığı ve Avrupa Klâsik Müziğinde "Cimbalen Turgues" diye anıldığı kayıtlıdır. Bugün de Cymbal adıyla kullanılmaktadır. Mevlevî Mûsikîsi'nde kullanılan ziller, Mehter Mûsikîsinde kullanılanlardan daha küçük çapta olup, "halîle" olarak tanınır. Halîle çalanlara "halîlezen" denir.
Kaynak: Timuçin Çevikoğlu (2008). Döndükçe Gönülde Aşk Tazelenir. Konya: İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları.
Kültür ve Turizm Bakanlığı
Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu
1990 yılında kurulan Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu, bu müziğin tek resmî topluluğudur. Topluluk, Konya’da her yıl düzenlenen Hz. Mevlânâ’yı Anma Haftası’ndaki programları dışında, Mevlâna Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği periyodik konserlerde Tasavvuf Müziği örnekleri sunmakta ve Semâ Âyîni icrâ etmektedir. Ayrıca yurtiçi ve dışında yaptığı programlarla Türk Tasavvuf Müziği geleneğini tanıtmaktadır.
Yusuf Kayya - Sanat Yönetmeni
Topluluğun yönetmeni Yusuf Kayya Kütahya’da doğmuş, erken yaşlardan itibaren geleneğin günümüzdeki son temsilcilerinden neyzen Ahmed Yakuboğlu’dan ney meşk etmiştir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra TRT’ye sanatçı olarak girmiş, Ankara Radyosu’nda neyzen ve Müzik Dairesi’nde uzman olarak görev yapmıştır. Radyo yıllarında neyzen Uğur Onuk’la ney çalışmalarını sürdürmüştür. 1990 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu’na neyzen olarak nakleden Kayya, 2004 yılından beri topluluk genel yönetmenliği görevini yürütmektedir.
Ahmet Çalışır, Topluluk Sanat Yönetmeni Yardımcısı
Fahri Özçakıl, Topluluk Müdürü
Ses Sanatçıları
- Ahmet Çalışır
- Ahmet Uncu
- Ali Kalaycı
- Habib Alparslan Tabak
- Hüseyin Alp Özel
- Enver Özel
- Mehmet Ali Türkoğlu
- Ufuk Yürüç
- Vedat Tüzün
- Mehmet Emin Kabakçı
Saz Sanatçıları
- Mehmet Öztorun, kudûm
- Osman Acar, halîle
- Süleyman Yardım, ney
- Mahmut Uğurluakdoğan, ney
- Muhammed Şükrü Fırat, ney
- Ahmet Safa Mızrak, ney
- Mustafa Celalettin Aksoy, kânun
- Hakan Kılınçarslan, kânun
- Ali Vefa Sağbaş, kemençe
- Emre Apaydın, kemençe
- Mehmet Uçak, ud
- Musa Kazım Tığlıoğlu, tanbur
- Tikel Akın Özkök, viyolonsel
Semâ Grubu
- Fahri Özçakıl, postnişîn
- Ahmet Sami Küçük, semâzenbaşı
- Nuri Yılmaz, semâzen
- Ahmet Tekelioğlu, semâzen
- Muammer Ünal, semâzen
- Hüseyin Sıtkı Holat, semâzen
- Mehmet Emin Holat, semâzen
- Sıtkı Çokünlü, semâzen
- Reşat Varol, semâzen
- Orhan Tekelioğlu, semâzen
- Ömer Faruk Erdem, semâzen
- Özhan Gültepe, semâzen
- Ömer Kılıç, semâzen
- Yusuf Varol, semâzen
- Selami Ünal, semâzen
- Yusuf Çokünlü, semâzen
- Mithat Özçakıl, semâzen
- Hüseyin Sarıcan, semâzen
- Ahmet Söğütözü, semâzen
- Burhanettin Özşahin, semâzen